İMÂM-I RABBÂNÎNİN "kaddesallahü teâlâ sirrehül'azîz"

İBÂDETLERİ VE ÂDETLERİ

         İmâm-ı Rabbânî hazretleri yüksek hâller ve binlerce kerâmet sâhibidir. Bu husûsda şöyle buyurmuşdur: "Gerçi amel ve işlerden bize ne ihsân olunduysa, bunları husûsi ihsân ve mücerret ikrâm ile bilirim. Bunun sebebi ise, Peygamber efendimize "sallallahü aleyhi ve sellem"  mutâbe'at, uymak sebebiyledir. İşimin esâsını bunda bilirim. Bana verilenlerin hepsini, az olsun çok olsun Peygamberimize "sallallahü aleyhi ve sellem"  uymak, tâbi' olmak sebebiyle verdiler. Vermediklerini de, insanlık icâbı olarak, bu tâbi' olmaktaki noksanlıktan dolayı vermediler."

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinin meşhûrlarından olan Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmışdır: "Birgün Hazret-i İmâmın huzûrunda oturuyordum. Onlar ma'rifetleri yazıyordu. Âniden bevl sıkıştırması sebebiyle kalkıp halâya gitti. Fekat hemen sür'atle dışarı çıktı. Böyle sür'atle halâya girip, hemen aceleyle dışarı çıkmalarına hayret etdim. "Acaba bunun sebebi nedir?" dedim. Halâdan çıkar çıkmaz su ibriğini istedi ve sol elinin baş parmağının tırnağını yıkadı ve oğaladı. Sonra tekrâr helâya girdi. Bir müddet sonra çıkınca buyurdu ki: "Bevl sıkıştırdı, acele ile halâya girdim ve oturdum. Gözüm tırnağımın üzerine gitti. Üzerinde siyah bir nokta vardı. Kalem yazıyor mu diye kontrol etmek için bunu yapmışdım. Hâlbuki, o nokta Kur'ân-ı kerîmin harflerini yazarken kullanılırdı. Orada oturmağı doğru görmedim ve edebe riâyete uygun bulmadım. Bevl sıkıştırmasından dolayı sıkıntı çektimse de, bu sıkıntı, bir edebi terketmenin vereceği sıkıntının yanında çok az göründü. Dışarı çıktım. O siyah noktayı yıkadım ve tekrâr içeri girdim."

"Bir başka zemân yine huzûrlarında idim. Mevlânâ Sâlih-i Haşlânîye emir buyurup; "Bahçeden birkaç karanfil alıp getir" dedi. O da altı tane karanfil alıp getirdi. Karanfilleri çift sayıda getirdiği için onu azarladı ve; "Bizim en aşağı bir talebemiz, hiç olmazsa şu kadarını duymuştur ki: "Allahü teâlâ tektir ve teki sever." Tek'e riâyet ve dikkat müstehabdır. İnsanlar müstehabı ne zannediyorlar. Müstehab, Allahü teâlânın sevdiği şeydir. Eğer dünyâyı ve âhıreti Allahü teâlânın sevdiği birşey için verseler, hiçbir şey vermemiş olurlar" buyurdu. Sonra buyurdu ki: "Biz müstehaba o kadar riâyet ederiz ki, yüzümüzü yıkarken önce suyu sağ tarafımıza getiririz. Çünki sağdan başlamak müstehabdır."

Birgün sedir üzerinde yaslanmış oturuyordu. âniden fırlayıp yere indi ve şöyle buyurdu: "Yatağın altında bir kâğıt gördüm. Bu kâğıt üzerinde birşey yazılı olup olmadığını, varsa ne yazılı olduğunu anlayamadım. Bir kimseye o kâğıdı alıp kaldırmasını söyleyecektdm. Fekat bu kadar zemân bile oturmayı edebe aykırı gördüm."

Bir başka vakit, hâfızlardan biri kendi minderlerinden aşağı bir minder koyup üzerine oturarak, Kur'ân-ı kerîm okumağa başladı, İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu durumun farkına varıp, hemen üzerinde oturduğu yüksek minderi bir kenâra çekip yere oturdu. Hiçbir zemân Kur'ân-ı kerîm okumakta olan hâfızdan yüksekte oturmazdı."

Zemânının meşhûr âlimlerini ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerini de görmüş olan bir zât şöyle anlatmışdır: "İmâm-ı Rabbânî hazretlerini görüp sohbetinde bulunduktan sonra, Burhânpûr şehrinde bulunan, onu sevenlerden meşhûr Şeyh Muhammed bin Fadlullahın huzûruna gitmiştim. Bu zât benden İmâm-ı Rabbânî hazretlerini sordu ve; "O büyüğün huzûrunda bulunmuşsun, hadi gördüklerini anlat da dinleyelim" dedi. Ben cevâbımda; "Benim gibi bir maksatsızın, onun kalb hâllerinden ne haberi olur? Ama zâhirde sünnet ve sünnetin inceliklerine riâyet ve dikkat husûsunda, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini şöyle buldum ki, eğer bu zemânın bütün velîleri toplansa, onun yaptıklarının yüzde birini yapamazlar" dedim. Bunun üzerine Şeyh Muhammed bin Fadlullah çok sevindi ve şöyle buyurdu: "Madem ki böyledir, onun gibi bir din büyüğü, sırlardan ve hakîkatlerden ne söylerse, ne yazarsa, hepsi sahîh ve doğrudur. Bunların doğru olduğuna ve bunlara kavuştuğuna işâret, sözlerinin doğruluğu ve hâllerinin temâmen sünnete uygun olması yetişir."

Zemânın devlet adamlarından biri, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hâlleri hakkında tereddütdeydi. Birgün Hazret-i İmâm'ın komşusu ve kâdıların reîsi olan zâtla, yalnız bir yerdeyken; "Siz âlim bir zâtsınız, doğru konuşursunuz ve çok dindarsınız, komşunuz olan azîzin hâlini bana anlatınız" dedi. Bunun üzerine o zât şöyle dedi: "Kalb ve rûh âlimlerinin sözlerine ve hâllerine bizim aklımız ermiyor ve almıyor. Fekat şu kadar söyleyeyim ki; "İmâm-ı Rabbânî'nin "kuddise sirruh" hâllerini görünce, geçmiş evliyânın hâllerini ve sözlerini anladım ve bildim. Çünki bundan evvel, geçmiş büyük evliyânın acâib hâllerini, riyâzetlerini, garip ibâdetlerini okuyunca, onları sevenlerin bunları abartarak yazmış oldukları hâtırıma gelirdi. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hâllerini görünce, bu düşünce ve tereddütlerim kalmadı. Hattâ bu hâlleri yazanlara, az yazdıklarından dolayı kırılıyorum."

Talebelerine zikre çok devâm etmelerini, huzûr ve murâkabeyi çok istemelerini gösterir ve buyururdu ki: "Bu dünyâ; amel, çalışma, huzûr ve hâl elde etme yeridir. Bu kalb hâllerini, dîne uyarak yapılan zâhirî amellerin netîcesi olduğunu biliniz."

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin fıkh mes'elelerinde ilmi çoktu ve her mes'eleye ânında cevâb verebilecek bir derecedeydi. Usûl-i fıkhda da tam bir mehâret sâhibiydi. Fekat ihtiyâtının çokluğundan, çoğu zemân kıymetli fıkh kitâblarındaki meselelere başvururdu. Seferde ve hazarda ba'zı kıymetli fıkh kitâblarını yanında bulundururdu. Onların bütün gayreti, en büyük müftîlere, fıkh âlimlerinin üzerinde ittifâk ettikleri fetvâlara, dâimâ uymaktı. Ba'zı fıkh âlimlerinin câiz dediği, ba'zılarının mekrûh dediği bir işte, o kerâhet tarafını tercih eder ve o işi yapmazdı. Buyururdu ki: "Bir mes'elenin yapılmasında ve yapılmamasında, helâl ve harâm olmasında ihtilâf olursa, yapılmaması ve harâm tarafını tercih etmeği mümkün olduğu kadar elden kaçırmamalıdır."

Yaz olsun, kış olsun, seferde ve hazarda; ekseriya gecenin yarısından sonra, ba'zan da gecenin üçte ikisi geçtikten sonra kalkar, o vaktde okunması sünnet olan düâları okur, mükemmel bir abdest alırdı. Abdest alırken bir başkasının su dökmesini istemezdi. Abdest suyunda o kadar ihtiyâtlı davranırdı ki, bundan fazlası tasavvur olunamaz. Abdest alırken kıbleye dönmeye çok dikkat ederdi. Fekat ayaklarını yıkarken, kuzeye ve güneye dönerlerdi. Ya'nî, ayaklarını kıbleye karşı yıkamaz, kıbleye ayak uzatmazdı. Her abdestte misvâk kullanmağa ve her nemâzda abdest almağa çok dikkat ederlerdi. Her uzvu üç def'a yıkar, her def'asında, elleriyle uzvdan suyu silerdi, tâ ki yıkanan uzvdan ve ellerinden damlama ihtimâli kalmasın. Bunun sebebi; abdestte kullanılmış suyun temiz ve necs olması hakkında ihtilâf vardır. Her ne kadar fetvâ, temiz olduğuna dâir ise de, ihtiyâtlı davranırdı. Her uzvu yıkarken, Kelîme-i şehâdet ve (Tekmile-i Mişkât) gibi hadîs kitâblarında, ba'zı fıkh kitâblarında ve (Avârif-ül-Meârif)de bildirilen abdest düâlarını okurdu. Abdesti bitirdikten sonra, o vakitte okunması bildirilen düâyı okurlar ve teheccüd nemâzına başlardı. Tam bir itmînân, huzûr ve cem'iyyetle, uzun sûreler okuyarak teheccüd nemâzı kılardı. Öyle ki, insan gücü buna zor tâkat getirirdi. İlk zemânlarında, teheccüd, kuşluk ve fey-i zevâl nemâzlarında, Yâsîn sûresini tekrârtekrâr okurdu. Hattâ bu sûreyi, bir nemâzda seksen def'a okuduğu olurdu. Ba'zan dahâ az, ba'zan dahâ çok okurdu. Son zemânlarda, dahâ çok, nemâzda Kur'ân-ı kerîmi hatm ile meşgûl oldu. Teheccüd nemâzını bitirdikten sonra tam bir huşû' ve istiğrâk ile sessizce murâkabeye otururdu. Sabâhtan iki-üç sâat önce, sünnete uyarak bir müddet yatardı, tâ ki teheccüd nemâzı, iki uyku arasında olsun. Sonra ortalık ağarmadan tekrâr uyanır, sabâh nemâzını kılardı. Sabâh nemâzının sünnetini evde kılar, sünnetle farz arasında sessiz olarak; (Sübhânallahi ve bi-hamdihi sübhânallahil azîm) düâsını devâmlı okurdu. Sabâh nemâzının farzını kıldıktan sonra işrak vaktine kadar, mescidde talebeleri, eshâbı ile murâkabe halkasında oturur, sonra iki selâmla dört rek'at işrak nemâzı kılardı. O vaktde okunması îcâb eden tesbîhler ve düâlar ile meşgûl olurdu. Sonra evine gider hanımının ve çocuklarının hâllerini sorar eve lâzım olan ve yapılması îcâb eden işleri söylerdi. Sonra husûsî odasına çekilir, Kur'ân-ı kerîm okurdu. Bundan sonra da talebelerini çağırıp hâllerini sorardı. Yâhud da talebelerinin en yükseklerini çağırır, kendisine mahsûs sırlardan bahseder, bu sırları dinleyen talebeleri kendinden geçerdi. Çünki bu marifetleri dinlerlerken, kendi nisbetlerini ve kendisine verilen ni'metleri onların kalblerine akıtırdı. Ba'zan talebelerinden herbirine, hâline ve istidâdına göre bir vazîfe verirdi. Talebelerinde hâsıl olan bir hâli ve değişmeyi anlardı. Hepsine yüksek maksatlı olmağı, sünnete uymağı, dâimâ zikr, murâkabe, huzûr ve hâllerini gizlemek üzere olmalarını, tekrârtekrâr söylerdi. Buyururdu ki: "Eğer bu dünyâyı ve içerisindekileri Allahü teâlânın beğendiği, râzı olduğu bir işe vermekle, onun rızâsına uygun bir iş yapılacağı bildirilse, bunu büyük bir ganimet biliniz. Bu, bir kimsenin kırık saksı parçaları ile, dünyânın en kıymetli mücevherâtını satın almasına benzer."

(Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah) mukaddes kelâmını tekrârtekrâr söylemek husûsunda şöyle buyurdu: "Görüşün ve gidişin âciz kaldığı, arzû ve himmet kanatlarının düştüğü, her bilgi ve buluşun dışına çıkıldığı zemân, insanı; (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah) tevhîd kelîmesinden başka, birşey ilerletemez. Bu kelîmenin âgûşuna sığınmadan, oralarda yükselmek olamaz. Sâlik, bu güzel kelîmeyi bir kere söylemekle, o makâma yükseliyor. Bu yüksek kelîmenin işâret ettiği hakîkat sayesinde, o makâmdan yukarıya ilerliyor. Kendinden uzaklaşıp, Allahü teâlâya yaklaşıyor. O yolun en az bir parçası, bütün bu gökler küresinden katkat çokdur. Bu kelîmenin üstünlüğünü buradan anlamalıdır. Bütün mahlûkların, bu kelîmeyanında varlığı hiç kalır. Duyulmaz bile. Büyük bir deniz yanında, bir damla kadar da değildir. Bu güzel kelîmenin derecesi ne kadar yüksek ise, bu mukaddes kelîmenin büyüklüğü, o kadar çok meydana çıkar. Arabî şiir tercümesi:

Güzelliği o kadar çok görünür,
Ona bakış, ne kadar çok olursa,

Dünyâda bundan dahâ kıymetli, dahâ üstün bir arzû olmaz ki, insan, her bulunduğu yerde, (her işinde, her vazîfesinde) bu güzel kelîmeyi tekrârtekrâr söylemekle lezzet alsın ve haz duysun. Ama ne yapılabilir ki, bütün arzûlar ele geçmiyor, insanlarla konuşmak ve gaflete düşmek çaresiz oluyor."

Kendi talebelerine fıkh kitâblarını mütâle'a etmelerini söylerdi ve şöyle buyururdu: "Din âlimlerinin kitâblarından, dînin sağlam hükümlerini araşdırınız, çıkarınız. Hangileri câizdir, hangileri ile amel edilmiştir ve hangileri bid'at ve merdûddurlar öğreniniz! Çünki Peygamber efendimizin "sallallahü aleyhi ve sellem"  zamânından çok uzak kaldık. Çok şeyler bozuldu. Bid'at ve günâhların zulmeti her tarafı kapladı. Bu zulmetde sünnet-i seniyye nûrundan, ışığından başka kurtuluş yolu yokdur." Yine buyururdu ki: "Keşf gözüyle görüyorum ki: Bid'atler karanlık bir girdâb gibi, bütün dünyâyı sardılar. Sünnetin nûru her tarafta ateş böcekleri gibi görünüyor."

Sohbetlerinin çoğu sükût ile geçerdi. Sohbetlerinde bir müslimân gıybet edilmez, kimsenin aybı zikr olunmazdı. Talebeleri onun olduğu yerde, gâyet edeb ve huşû' ile otururlardı. Temkin (dikkat) ve istikrârı (kararlılığı) o derece idi ki, bu kadar yüksek hâllere sâhib olduğu hâlde, onlarda bir değişme eseri görülmezdi. Coşma, bağırma, hattâ yüksek sesle "Ah!" bile söylediği görülmezdi. Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle demiştir: "İki sene huzûrlarında bulunduğum hâlde, üç-dört def'a gözyaşlarının temiz yüzlerine indiğini gördüm. Yine üç-dört def'a yüksek ma'rifetleri beyân ederken gözlerinde ve yüzlerinde kırmızılık, iki mübârek yanaklarında harâret terleri ve kırmızılığı müşâhede eyledim. Birgün bir ma'rifeti beyân ederken, bir müddet sustular. Bu susma zamânındaki duraklamada, büyük hâller, yüksek muâmeleler zâhir oldu. O zemân gözlerinde kendinden geçme eserleri ve bir parça kırmızılık göründü."

Dahve-i Kübrâ vaktinde, kuşluk nemâzını sekiz rek'at olarak, odalarında yalnız olarak kılar, sonra talebeleri ile yemek yerlerdi. Yemeğe önce kendisi başlardı. Bütün oğullarına ve talebelere pişen yemeklerden verirdi. Oğullarından, talebelerinden veya hizmetçilerinden biri orada bulunmasaydı, onun yemeğinin ayrılmasını emrederdi. Yemekden sonra bildirilen düâları okurdu. Son zemânlarında uzleti, yalnızlığı seçmişdi. Çoğu zemân oruc tutardı. Ve aynı odada yemek yerdi. İnsanlar arasında meşhûr olan, yemeklerden sonra Fâtiha okumak, onlardan çok az görülmüşdür. Çünki, sahîh hadîslerle gelmemiştir. Her gün öğleden önce, bir def'a, bir şeyler yerlerdi ve bu yedikleri de çok az olurdu. Bununla beraber, şöyle buyururdu: "Ne yapayım ki, âhır zemân geldiği için, yemeklerde de bereket kalmadı. Açlıkta, dünyânın ve dînin Serverine "sallallahü aleyhi ve sellem"  temâmen uymak ele geçmiyor." Yine şöyle buyururdu: "Ârifi, meleklikten insanlığa yaklaştıran, yemekden başka bir şey değildir. Yemeği huşû' ve huzûr ile yerdi Yemek yerken, sol dizi yatırır, sağ dizi dikerek otururdu. Ba'zan da, bağdaş kurarak yemek yerdi. Öğleden önce sünnet olduğu için bir müddet kaylûleye yatar, uyurdu. Müezzini, öğlenin evvel vaktinde ezân okurdu. Ezânı duyar duymaz hemen abdest alır, öğlenin sünnetini kılardı ve buyururdu ki: "Peygamber efendimiz "sallallahü aleyhi ve sellem"  bi'setten vefât edinceye kadar, öğlenin sünnetini terketmedi." Bu nemâzda ba'zan uzun, ba'zan kısa okurdu. Sonra dört rek'at farzı, sonra iki rek'at sünneti sonra da dört rek'at dahâ nâfile kılardı. Öğle nemâzı bittikten sonra, hâfızdan bir cüz veya dahâ az, yâhud dahâ çok Kur'ân-ı kerîm dinlerdi. Eğer verilecek ders varsa, verirdi. Eğer hâfız orada olmazsa kendi odasına gidip, Kur'ân-ı kerîm okurdu. İkindi nemâzını, her şeyin gölgesinin, iki mişlini geçtikten sonra, evvel vaktinde kılardı. İkindi nemâzından evvelki dört rek'at sünneti terkettiği görülmemiştir. İkindiden sonra akşama kadar, talebeleriyle beraber, sessizce murâkabede otururlardı. Bu, sabâh ve ikindi halkalarında, kalben talebelerin hâllerine teveccüh ederdi.

Akşam nemâzını, hava bulutlu değilse, vaktin evvelinde kılar, farzdan sonra kalkmadan on kere kalbden; (Lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke-leh, Lehü'l-mülkü ve Lehü'l-hamdü yuhyî ve yümît biyedihil-hayr ve hüve alâ külli şey'in kadîr)kelîmesini okurdu. Farzdan ve sünnetlerden sonra; "Allahümme entesselâm ve minkesselâm tebârekte yâ zelcelâli vel-ikrâm" düâsından fazla bir şey okumazdı. İki rek'at sünneti kıldıktan sonra, evvâbîn nemâzını kılar, sonra o vakitte bildirilen düâları okurdu. Evvâbîn nemâzını altı rek'at kılardı. Ba'zan da dört rek'at kıldıkları da olurdu. Bu husûsta buyurdu ki: "Ba'zı hadîs şerhedicileri, hadîste bildirilen altı rek'ata, akşam nemâzının iki rek'at sünnetinin de dâhil olması muhtemeldir dediler." Bu nemâzda ekseriya Vâkıa sûresini okurdu. Yatsı nemâzını İmâm-ı a'zamın bildirdiği vakte göre, ufuktaki beyazlık kaybolunca kılardı. Yatsının farzından evvel dört rek'at sünneti kılardı. İki rek'at yatsının sünnetinden sonra, dört rek'at nâfile kılardı. Son dört rek'at sünnetde, Elif lam mim, Secde, Tebâreke ve Kulyâ eyyühelkâfirûn ve Kulhüvallahü ehad sûrelerini okurdu. Ba'zan o dört rek'atda dört kul (ya'nî kulyâ eyyühel kâfirûn, kulhüvallahü ehad ve kul e'ûzüleri) ayrı ayrı okurdu. Eğer bu dört rek'atda, Elif lam mim, Secde sûresini ve Mülk sûresini okumazsa, vitr nemâzından sonra, bu iki sûreyi ve Duhân sûresini okur, bunların bu vaktlerde okunmasını talebelerine söylerdi. Vitr nemâzının birinci rek' atında ekseriya "Âlâ" sûresini, ikinci rek'atda "Kâfirûn" sûresini, üçüncü rek'atda "İhlâs" sûresini okurdu. İmâm-ı Hanefînin kunût düâsına, imâm-ı  Şâfi'înin kunût düâsını ilâve ederdi. Vitr nemâzını kıldıktan sonra oturarak iki rek'at nâfile nemâz kılardı. Birinci rek'atta "Zilzal", ikinci rek'atta "Kâfirûn" sûrelerini okurdu. Son zemânlarında, bu iki rek'ati nâdir olarak edâ eyledi ve buyurdu ki: "Fıkh âlimlerinin bu husûsta çeşit çeşit sözleri vardır." Vitr nemâzından sonra âdet hâline gelen iki secdeyi yapmazdı. Buyururdu ki "Âlimler bunun kerâhiyyetine fetvâ verdiler. Vitr nemâzını ba'zan yatsıdan, ba'zan da teheccüd nemâzını kıldıktan sonra kılardı. Ba'zılarının yaptığı gibi, gecenin evvelinde kılınan vitr nemâzını, gece kalkınca bir dahâ kılmazdı. Buyururdu ki: "Peygamber efendimiz "sallallahü aleyhi ve sellem"  buyurdu ki: "Bir gecede iki vitr olmaz." Yine buyurdu ki: "Bir gece bana gösterdiler ki: Vitr nemâzını kılmayıp yatan ve gecenin sonunda kılacağım diye niyet edene, sevâb meleği, vitr nemâzını kılıncaya kadar sevâb yazar. O hâlde, vitr ne kadar geç kılınırsa, o kadar iyi olur. Bununla beraber buyurdu ve hattâ yazdı ki: "Vitri acele kılmakta veya te'hîr eylemekte Peygamber efendimize "sallallahü aleyhi ve sellem"  uymaktan başka hiçbir şey göremiyorum ve hiçbir fazîleti mutâbe'at (tâbi' olmak) ayârında bulamıyorum. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", vitri ba'zan gecenin evvelinde, ba'zan da gecenin sonunda kılardı. Şeklde ve sûretde de olsa, kendi se'âdetimi her işde, O servere "sallallahü aleyhi ve sellem"  benzemekde bilirim. Binlerce gecenin ihyasını, bir mutâbe'atın, Resûlullaha bir işde uymanın, yarısına değişmem. Ramazân-ı şerîfin son on gününde i'tikâfta idim. Talebeleri toplayıp dedim ki: "Resûlullaha "sallallahü aleyhi ve sellem"  tâbi' olmaktan başka hiçbir şeye niyyet etmeyiniz ki, bizim insanlardan ayrılmamızdan ve uzletimizden ne çıkar. Yüzlerce tutulmayı bir mutâbe'ati (uymayı) elde etmek için kabûl ederim. Ama tevessülsüz (vesîlesiz), binlerce uzleti kabûl etmem. Beyt:

"Gözü sarayda olan, hiçbir şeyi göremez,
Bahçesindeki bostanı, lâleyi, gülü bilemez."

Allahü teâlâ, Peygamberine "sallallahü aleyhi ve sellem"  tam uymağı nasîb eylesin."

Yatsı nemâzını ve vitr nemâzını kıldıktan sonra, hemen yatmaya giderdi. Yatmadan evvel okunması bildirilen âyetleri ve düâları okurdu. Yatsıdan sonra hemen yatmak hakkında buyururdu ki: "Yatsı nemâzından sonraki uyanıklık, gecenin sonundaki uyanmayı geciktirir." Eğer bir kimse bu vaktde yanlarında otursa, gayet resmî konuşurdu.

Son zemânlarda, Cum'a geceleri talebelerini toplarlar, bin adet salevât-ı şerîfe okuyup Resûlullaha "sallallahü aleyhi ve sellem"  gönderirlerdi. Bunu bitirdikten sonra, bir müddet murâkabede oturur, tam bir inkisâr (kırıklık) ile düâ ederdi. Tavırlarından bununla emr olunduğu anlaşılırdı. Ya kendisinin tertîb ettiği bir cüzden dahâ fazla olan salevât-ı şerîfe risâlesini, veya Abdülkâdir-i Geylânî'nin "rahmetullahi aleyh" tertîb eylediği, salevât-ı şerîfe risâlesini okurdu.

Cum'a nemâzında câmiye ve bayram nemâzlarında bayram nemâzının kılındığı yere giderdi. Cum'a nemâzından sonra, ihtiyâten zuhru âhır nemâzını da kılardı. Cum'a nemâzını kıldıktan sonra, Fâtiha, İhlâs ve mu'avvizeteyn'in herbirini yedi kerre okurdu. Kurban Bayramı günü tekbirleri, yoldan giderken yüksek sesle söylerdi. Ba'zan da (Mudmerât) kitabındaki fetvâya uyarak alçak sesle söylerdi. Zilhiccenin ilk dokuz gününde, gündüzleri oruc tutardı, geceleri, sabâhlara kadar ibâdet eder, uzlete çekilip ibâdet ile meşgûl olurdu. Hacca gidenlere müstehab olduğu için, onlara benzemek niyyetiyle o günlerde saç ve tırnak kesmezlerdi. Ama, arefe günü, Arafâtdakilere benzemek için, hâcıların yaptıklarını yapmazdı. Bu on günde gece ve gündüz, "Velfecr" sûresini okurdu. Bunun gibi, bu ayın onundan sonra Küsûf nemâzı kılardı. Terâvîh nemâzlarını seferde ve hazarda tam bir cem'iyyet ve huzûr ile kılar, Kur'ân-ı kerîmi tekrârtekrâr hatm ederdi. Bu günlerde iki veya üç def'a hatm ederdi. Terâvîh nemâzı aralarında ba'zan salevât-ı şerîfe, ba'zan da bu zemânda okuması îcâbeden düâları okur, üç kerre (Sübhâne zil-mülki ve'l-melekût...) düâsını okurdu. Ramezânın hâricinde de dâimâ hatm okurdu. Buyururdu ki: "İnsanlar arasında meşhûr ve şevk ile mukarrer olan "Hatm-i ahzâb", bu yolun sohbetlerinde sünnet olarak söylenmişdir." Buyurdu ki: "Azîzlerden biri, Mevlânâ Ya'kûb-i Çerhînin "kuddise sirruh"  yazdığı şu şiiri görmüş ve "Hatm-i ahzâb"ı şöyle bildirmiş: Beyt:

"Fâtiha, En'âm, Yûnus, Tâhâyı eyle tamam,
Ankebûtla, Zümerle, Vâkıayla v
esselâm."

Kur'ân-ı kerîm okurken, dinliyenler, okumasından ve simâsından, Kur'ân-ı kerîmin esrârının ve bereketlerinin ona akıp geldiğini anlarlardı. Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmışdır: "Birgün tilâvet (Kur'ân-ı kerîm okuma) esnasında, bu fakîre dönüp, "Sübhânallahi ve bi-hamdihi", Kur'ân-ı kerîmde, Allahü teâlâ ile Habîbi arasında çok sırlar vardır ki, onları ancak Râsih ilmli âlimler anlar" buyurdu.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri nemâza dururken, tekbir almak üzere iki elini kulaklarına kaldırır, avuç içlerini kıbleye çevirir, parmaklarının arasını hafif açık tutar, baş parmaklarını kulak yumuşaklarına değdirir ve; "Allahü ekber" diyerek tekbir alırdı. Sağ elini sol eli üzerine koyup, sağ elinin baş ve serçe parmağını halka yaparak sol elinin bileğini kavrardı. Nemâzda iki ayağı arasındaki mesafe, dört parmak genişliğinde idi. Nemâzda ayakta dururken, kıyâmda iken, her iki ayağı üzerine tam basardı. Tek ayağı üzerine meyl etmezdi. Kıyâmda iken, secde edeceği yere bakardı. Kırâati, okumayı, tecvid kâidelerine uygun ve tertil üzere tek tek okur, âyet-i kerîmelerin ma'nâlarını anlar, esrârına ererdi. Kıyâm ve kırâattan sonra tekbir alıp rükû'a eğilirdi. Rükû'da başını sırtıyla aynı hizada tutup, belini de düz tutardı. Rükû'da el parmakları ile diz kapaklarını kuvvetlice kavrar, ayaklarına bakardı. Rükû'dan doğrulunca kavme yapar, sübhanallah diyecek kadar, ya'nî bir tesbîh miktarı ayakta dik dururdu. İmâm olunca, rükû'dan kalkarken; "Semiallahü limen hamideh" der sonra içinden; "Rabbenâ lekel hamd" söyler. Cemâat ile kılarken ise İmâm: "Semiallahü limen hamideh" dedikten sonra o: "Rabbena lekel hamd" derdi. İki secde arasında bir tesbîh söyleyecek kadar durur "celse" yapardı. Secdede kucağına bakardı. Secdede karnını dizlerine ve uyluklarına bitiştirmez, açık tutardı. Secdede a'zâlarını yere tam koyardı. Rükû'da ve secdede öyle bir hâl ve yakınlık hâsıl olurdu ki, onu ancak kendisi bilirdi. Rükû' ve secdede, el ve ayak parmaklarını kıbleye karşı uzatırdı. Talebeleri ve kendisine bağlı olan eshâbı, nemâzı onun gibi kılmaya çalışırlardı.

Talebelerinin meşhûrlarından Bedreddîn Serhendî şöyle anlatmışdır: "Ben, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebesi olmadan önce, ba'zan Cum'a nemâzı kılmak için onun mescidine giderdim. Mescidde onun nemâz kıldığını görenler "Sanki o, Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem"  nasıl nemâz kıldığını görerek nemâz kılıyor" derlerdi. Ben âlimlerden ve şeyhlerden çok kimsenin nemâz kılışını gördüm, fekat, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin nemâz kılışı gibi hiç kimsede görmedim. Nemâzın âdâbına ve erkânına öylesine uyardı ki, onun nemâz kılması büyük bir hârika idi. Öylesine bir ta'zim, temkin, huşû', vekâr ve inkisâr gösterirdi ki, böyle nemâz kılmak, ancak Resûlullaha ittibâ', tam tâbi' olmak ve râsih âlim olmakla ve bâtını kuvvetin nihâyetine ulaşmakla mümkin idi. Benim ve pekçok kimsenin İmâm-ı Rabbânî hazretlerine talebe olması, onun nemâz kılışına hayranlık sebebiyledir."

Nemâzda ve nemâz dışında Kur'ân-ı kerîm okurken, korku âyetlerini öyle bir şekilde okurdu ki, korku ifâdesi yüzünden belli olurdu. Recâ, (ümit) âyetlerini tebessüm ederek, suâl şeklinde olan âyetleri suâl şeklinde okurdu. Kur'ân-ı kerîm okurken asla tegannî yapmazdı. Yolculuk esnasında, hayvan üzerinde mahfilde oturur, bir yastık alıp üzerinde Kur'ân-ı kerîm okurdu. O vaziyette, ba'zan altı cüz, ba'zan da dahâ az okurdu. Secde âyeti gelince secde ederdi. Üzerinde Kur'ân-ı kerîm olan minderi gözlerine çok yakın tutar ve böylece gözlerinin uygun olmayan birşeyi görmemesini te'min ederdi. Yalnız nemâz kıldığı zemân, rükû'daki ve secdedeki tesbîhleri beş, yedi, dokuz veya onbir def'a hâle ve vakte göre okurdu. Buyururdu ki: "Yalnız nemâz kılan bir kimsenin kuvveti, kudreti olduğu hâlde, tesbîhleri en az olarak söylemesi ne kadar ayb olur." Yine buyururdu ki: "Nemâzda, sünnetlere, müstehablara ve edeblere riâyet etmek, kalbin huzûrda olmasına sebeb olur. Çünki bütün bu riâyetler zikrdir ve Allahü teâlâyı hâtırlamak ve O'na teveccühdür." Yine buyururdu ki "İnsanlar, riyâzet ve mücâhedelere heves ederler, hâlbuki nemâzın edeblerine riâyet ve dikkat etmek, riyâzet ve mücâhedelerden çok dahâ üstündür. Bilhassa, farz, vâcib ve sünnet nemâzlarında, buyurulduğu gibi nemâz kılmak çok zor ele geçer. Bunun için Allahü teâlâ buyuruyor ki, (Nemâz(nefsinize) ağır gelen bir yüktür. Ancak kalbinde huşû' olanlara ağır gelmez) (Bekâra-45).

Buyururdu ki: "Birçok vera' ve riyâzet sâhibi insan görüyorum ki, riâyet ve ihtiyâta gayret ediyorlar, ama nemâzın edeblerinde gevşeklik gösteriyorlar." Abdest aldıktan sonraki, iki rek'at nemâzı ve câmiye girince, hürmeten kılınan iki rek'at tehiyyât-ül-mescid nemâzını terk etmezdi. Revâtib sünnetleri gibi, zevâid sünnetleri de hazarda ve seferde dâimâ kılardı.

İyi amellerde ve işlerde bir ilâve ve noksanlık yapmamak için çok ihtiyâtlı davranırdı. Terâvîh nemâzı hâric, hiçbir nâfile nemâzı cemâatle kılmazdı. Hattâ, nâfile nemâzları cemâatle kılmak mekrûhdur buyururdu. Aşûre günü, Berât ve Kadr geceleri, cemâatle nâfile nemâz kılanları men ederdi. Hattâ bu husûsda, fıkhın en kuvvetli rivâyetlerini bildiren bir mektûb yazmışdır. İstihâre ederek iş yapardı. Ba'zan da kalbinin kanâati ile ve sünnet olan düâları okuyarak iş yapardı. Ba'zan birçok mühim mes'eleye bir istihâre yapar, istihâre yaptığı işleri ayrı ayrı sayardı. Eğer istihârenin evvelinde mühim olan bir şeyi unutsa, istihârenin arasında veyâhud sonunda onu da yerine getirirdi. Teşehhüdde "Ettehıyyâtü okurken" sağ elinin parmağını (işâret parmağını) kaldırmazdı. Buyururdu ki: "Her ne kadar ba'zı hadîslerin zâhiri, görünüşdeki ma'nâları, parmak kaldırmağı gösteriyorsa da, hattâ Hanefî âlimlerinden bunun câiz olduğuna dâir rivâyetler gelmişse de, iyi araştırılır, incelenirse, ihtiyâtlı olmak lâzım geldiği ve hakîkî fetvâların bunu terketmeyi îcâb ettirdiği anlaşılır."

Hastaları ziyârete gider, Peygamberimizden "sallallahü aleyhi ve sellem"  naklen gelmiş olan düâları okurdu. Hattâ ba'zı hastaların şifâ bulması için, kalb ile de teveccüh ederdi. Birçok hasta, bu feyzler menba'ının teveccüh ve düâları ile iyileşirdi. Kabrleri ziyârete gider, ölüler için mağfiret ister ve düâ ederdi. Da'vetlere giderdi. Fekat, günâh işlenen, oyun oynanan, semâ ve raks edilen yerlere ve da'vetlere gitmezdi. Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine kıl ucu kadar uygunsuzluğu bulunan hâli kabûl etmezdi.

Ahrâriyye yolunun büyüklerini, diğer yollarınkilerden dahâ üstün bilirdi. Bu yola; "Eshâb-ı Kirâm yolunun aynısıdır" derdi. Çünki buyururdu ki; "Sonda olanlar, başlangıca yerleştirilmiştir." Yine şöyle buyururdu: "Bu yolumuzun büyükleri; "Bizim nisbetimiz, yolumuz, bütün nisbetlerden, yollardan üstündür" buyurdular. Bunun sebebi, onların bu yolunun sünnete uymakta ve azîmete riâyet ve dikkat etmekde, diğer yollardan dahâ ileride olmasıdır. Böyle olunca, nisbetleri de diğerlerinin nisbetinden üstün olur. Bu yolda sonra gelenlerin, Hâce Behâeddîn Buhârî (Şâh-ı Nakşibend), Alâeddîn-i Attâr, Hâce Muhammed Pârisâ ve Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr gibi büyüklerin yollarına uymayan ruhsat cinsinden hareketlerini beğenmezdi.

(Beydâvî tefsîri), (Sahîh-i Buhârî), (Mişkât-i Mesâbih), (Avârif-ül-Meârif), (Pezdevî), (Hidâye) ve (Şerh-i Mevâkıf) gibi ba'zı din kitâblarını, ders olarak mükemmel bir şekilde okuturdu. Ömrünün son günlerinde dahi talebelerine ilm tahsîlini sıkı sıkı emreder, ilm tahsîlini önde tutardı.

Bir yere gitse, sünnet olan günlerde yola çıkar. Buyururdu ki: "Günlerin uğursuzluğu Peygamber efendimizin "sallallahü aleyhi ve sellem"  dünyâya teşrîflerinden sonra kalkmıştar. Buna; (Günler, Allahın günleri, kullar da Allahın kullarıdır.) hadîs-i şerîfi delîldir derdi. Yolculuğa çakacağı zemân, istihâre eder ve yolculuğa çıkarken okunması îcâbeden düâları okurdu. Bunun gibi, konaklama ve duraklama yerlerinde sünnet olan düâları terketmezdi. Elbiselerini giyerken, su içerken yemek yerken ve aynaya bakarken, bu zemânlarda okunması bildirilen düâları okurdu.

Çok hamd ve istiğfar ederdi. Az bir ni'mete çok şükrederdi. Hattâ evlâ olan bir işi terketse çok fazla istiğfâr ederdi. Eğer bir belâya mâruz kalsa; "Kötü amellerimiz ve hâllerimiz sebebiyledir" derdi. Fekat o belâyı, birçok kirleri temizleyen bir sabun gibi görürdü. Buna, yükselmenin sebebi derdi. Vaktin sultânının İmâm-ı Rabbânî hazretlerini bir kal'ada habs ettiği günlerde talebelerinden biri, ona bir mektûb yazıp, hâlinin kabzından (tutulmasından), daralmasından ve insanların eziyyetlerinden şikâyet etmişdi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu talebesine cevâb olarak şu mektûbu yazdı:

"Allahü teâlâya hamd olsun, sevdiği seçtiği kullarına selâmlar olsun. Gönderdiğiniz mektûb geldi. İnsanlardan eziyet ve cefâ gördüğünüzü yazıyorsunuz. Bu cefâ, bu yoldakilerin güzelliğinin kendisidir ve onların paslarını temizlemek ve cilâlamaktır. Niçin kabz ve hâllerin daralmasına ve bulunmasına sebeb olsun! Bu fakîr, bu kal'aya ilk geldiğim zemânlar, insanların eziyet ve cefâlarını, birbiri arkasından gelen nûr dalgaları, ışık bulutları gibi buldum ve hissettim. Bunların verdiği sıkıntılara katlanmak sebebiyle hâlim alçaklardan, yükseklere çıkarıldı. Birçok seneler, cemâl sıfatlarının terbiyesi ile, çok konaklar makâmlar aşdırdılar. Şimdi celâl ile terbiye ediyorlar ve yüksek makâmlara kavuşduruyorlar. Bu belâ ve cefâlara sabrediniz, hattâ râzı olunuz, cemâl ile celâli aynı biliniz. Yazıyorsunuz ki: "Bu fitnenin zuhûrundan, ya'nî sizi kal'aya habs etmeleri sebebi ile, ne zevk kaldı ne de hâl." "Hâlbuki zevk ve hâllerin artması lâzımdır. Çünki, Mahbûbun (Sevgilinin, ya'nî Allahü teâlânın) cefâsı, vefâsından dahâ çok lezzet verir. Niçin belâ olarak düşünülsün."

Avâm gibi konuşuyorsunuz ve kendinizi ni'metlerden uzak görüyorsunuz. Çünki cemâlde ve ni'metlerde, mahbûbun arzûsu vardır. Celâlde kendi arzûsu yokdur. Buradaki vaktim ve hâlim, eski hâllerimden, çok dahâ gayrıdır, çok dahâ yüksektir. Aralarında büyük farklar vardır."

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin onyedi sene sohbetinde ve hizmetinde bulunan ve talebelerinin meşhûrlarından olan Bedreddîn Serhendî, (Hadarât-ül-kuds) kitâbında, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin şeklini, sûretini, mübârek yüzünü şöyle ta'rîf etmiştir "Onun mübârek hilyesini şöyle beyân edelim ki, sevenleri ve yolunda bulunanlar, onun mübârek yüzünü ve sohbetlerini düşünerek feyz alsınlar. Beyaza yakın buğday tenli ve açık alınlı idi. Alnında ve mubârek yüzünde öyle bir nûr parlardı ki, ona bakacak takat kalmazdı. (Bir talebesi de; "Ne zemân mubârek yüzüne baksam, alnında ve yanaklarında "Allah" yazılı görürdüm" demiştir.) Kaşlarının arası açık idi. Kaşları yay gibi olup, uzun, siyah ve ince idi. Gözleri irice olup, siyahı tam siyah, beyâzı tam beyâz idi. Mübârek burnunun ortası yüksekçe olup, ince idi. Dudakları kırmızı ve ince idi. Dişleri sık, birbirine bitişik olup, inci gibi parlar idi. Sakalları sık, heybetli ve yuvarlak olup, yanaklarına taşmazdı. Uzun boylu ve ince yapılı idi. Ya'nî şişman değil idi. Sıcakta da olsa teri hep mişk gibi kokardı. Yüzünün güzelliği Yûsuf aleyhisselâmın güzelliğini andırırdı. Vecâheti (heybeti), vakârı Halîlürrahmân İbrâhim aleyhisselâmın heybetini andırırdı. Onu gören gayr-i ihtiyâri, Yüsûf aleyhisselâmın güzelliğini bildiren; "Böyle insan olmaz, bu ancak üstün bir melektir."(Yûsuf-31) meâlindeki âyet-i kerîmeyi hâtırlardı ve "Sübhânallah bu Allahü teâlânın velî kuludur" derdi ve"Görüldüklerinde Allahü teâlâ hâtırlanır"hadîs-i şerîfini hâtırlardı. Ondan her ân ve her sâat hârikalar zuhûr ederdi.

"Ey yükseklerden feyiz saçan rahmet bulutu,
Senden yağıyor bereketli nisan yağmuru.

Bekliyoruz senin feyizinle, kurtuluşu,
Zîrâ hâlimiz harâb rûhumuz kan ağlıyor."